Korona virüs insanlığı esir aldı. Veya insanlığın ne ölçüde esir olduğunu gösterdi hepimize. İnsanlık uzun zamandır adaletsizliğin ve yalanın tutsağı konumunda idi zaten. Bu ayyuka çıktı bugünlerde. Öyleyse yaşam hakkının tehlike altında olduğu şimdilerde kimi can alıcı soruları sormak zorundayız kendimize.
Çok küçük bir azınlığın çoğunluğa hükmetmesi akıl kârı bir olgu mudur? Başka deyişle, dünyanın ve ülkemizin zenginliklerinin bir avuç şirket ya da kişi tarafından ele geçirilmiş olması kabul edilebilir mi? Normal bir durum mudur bu tablo?
Vicdanı olan, insanı esas alan, adaleti benimsemiş hiç kimse kabul edemez bu kepaze tabloyu. Doğrusu budur. Ne var ki, söz konusu adaletsizliğin ve akıl dışılığın anlaşılmaması veya kabul edilmesi için birçok mekanizmayı devreye sokuyor egemenler. En başta da yalan tabii ki. İstiyorlar ki gerçek anlaşılmasın. Çirkini güzel olarak göstermek için yalan üstüne yalan söylüyorlar. Zehri ilaç gibi sunuyorlar bir bakıma. Özelleştirme tam da böyle sunuldu işte insanlığa. Geniş çoğunluk için yıkım olan özelleştirme uygulamaları toplumun yararınaymış gibi pazarlandı. Nasıl yapıldı peki bu?
Özelleştirme uygulamaları dünya çapında, 1970’li yılların sonunda, 80’li yılların başında gündeme geldi. Neo-liberal politikaların ağırlık kazandığı bir dönemdi bu. Amerika’da Reagan, İngiltere’de Thatcher başını çekiyordu özelleştirme saldırısının. Ülkemizde de Turgut Özal’dı bu kişi. Sözde verimsiz ve kalitesiz devlet işletmeleri ile hizmetleri özel sektöre açılacaktı. Kalite ve verim yükseltilecekti böylece. Özelleştirmenin güzelleştirme olduğu dillendiriliyordu her yerde. Medya resmen çığırtkanlık yapıyordu özelleştirme lehinde. Özelleştirme karşıtlığı yapmanın ise dinozorluk olduğundan dem vuruluyordu. Peki, gerçek bu muydu?
Özelleştirmenin gerekli ve toplum yararına olduğunu gösterebilmek üzere üç temel yalan söylediler insanlara. Bunlardan birincisi, mülkiyetin belli ellerde toplanmayacağı ve tabana yayılacağı iddiası idi. İkincisi ise, verimsiz ve hantal devlet işletmeleri ile hizmetlerinin özelleştirileceği iddiasıydı. Üçüncüsü de, özelleştirmeyle beraber işsizliğin azalacağıydı. Böylece insanları özelleştirmenin gerekliliğine ikna etmeye koyulmuşlardı. Oysa düpedüz kuyruklu yalandı bunlar. Peki, gerçek neydi?
Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi sonucunda mülkiyet tabana yayılmıyordu. Aksine az sayıda şirketin elinde toplanıyordu. İşin doğası da buydu zaten. Dev şirketler devletin mülkiyetinde olan zenginliği düpedüz yağmalıyorlardı. Olan biten, kamunun yararına değil, sermayenin lehine idi. Öte yandan, özelleştirmeye konu olan devlet işletmeleri verimsiz işletmeler değildi. Aksine, verimli ve kendi alanında tekel niteliğinde olan işletmelerdi bunlar. ( Özelleştirme yanlısı partilerce arpalık haline getirilmelerine, teknoloji yatırımlarının yapılmamasına rağmen) Zaten, dini imanı kâr olan patron sınıfı verimsiz ve zarar eden kuruluşu niye alsındı ki! Diğer yandan, özelleştirme saldırısı ile birlikte işsizlik azalmadı. Tam tersine ciddi bir şekilde arttı. Hemen hemen tüm özelleştirme uygulamaları sonrasında, çalışan işçilerin bir bölümü işten çıkarıldı. Dahası, sendikasız ve güvencesiz çalışma dayatıldı işçilere. Özel sektöre yakından bakıldığında açıkça görülmüyor mu bu?
Özelleştirmeler düpedüz yağma ve talandı aslında. Kamu yararının tümüyle hiçe sayılmasıydı. Ekonomiyi tamamen şirketlerin ve piyasanın çıkarına terk etmek demekti. Velhasıl, ortaklaşa olanın yıkıldığı, her şeyin ticarileştirildiği kepaze bir süreçti bu. Dediğim gibi, ülkemizde 1980 darbesiyle başladı özelleştirme saldırısı. Özal, “satacağım” diyerek öncülüğünü üstlendi bu işin. 12 Eylül’ün, Özal’ın mirasçısı olan ve “Babalar gibi satarım” anlayışıyla övünen, tüccar siyaseti kutsayan AKP iktidarı döneminde müthiş ivme kazandı özelleştirme uygulamaları. Ülkenin zenginlikleri satılığa çıkartılmıştı adeta. Hatırlayalım: Tüpraş’ı, Petkim’i, Türk Telekom’u, Seka’yı, Tekel’i ve nicesini özelleştirdiler. Soralım: Özelleştirilen bu kuruluşlardan hangisi zarar ediyordu veya verimsiz idi? Tüpraş mı? Hâlâ ülkemizin en büyük sanayi kuruluşudur o. Türk Telekom mu? Tabii ki değil. Türk Telekom satılır mı hiç? Üstelik birkaç yıllık kârına sattılar Türk Telekom’u. Ya Seka? Kâğıdın son zamanlarda ne kadar pahalılandığını ve de onu dışarıdan ithal ettiğimizi biliyorsunuz değil mi? İşte özelleştirme buydu.
Özelleştirme insanlığa karşı başlatılmış korkunç bir operasyon idi. Sermayenin emeğe karşı saldırısı idi bu. Kamu yararı olgusunu belleklerden silmeyi amaçlıyorlardı bu saldırıyla. Ortaklaşa yararlanılması gereken ne varsa yerle bir edilmeliydi. Her şeyin ticari olduğu ve bir fiyatının olması gerektiği insanlığın algısına yerleştirilmek isteniyordu. Müthiş bir ideolojik saldırıydı bu. “Parası olanın düdüğü çaldığı” ve “paran kadar” anlayışı egemen kılınmaya çalışılıyordu. Tüm temel hizmetler de ticaretin ve kârın konusu olmalıydı. İnsanların sağlığı, çocukların eğitimi üzerinden para kazanılabilirdi mesela. Normaldi bu! Paran yoksa eğitim göremezdin; paran yoksa sağlık hizmetinden yararlanamazdın; paran yoksa elektriğin kesilebilirdi; paran yoksa su içme hakkından bile yoksun kalabilirdin! Özelleştirme bu idi. Velhasıl devlet küçültülüyordu artık. Esasen toplum nezdinde küçülüyordu devlet. Büyüyen ise bir avuç şirketti.
Bugünlerde en açık şekilde hissetmiyor muyuz özelleştirmenin ne denli yıkım olduğunu? Ekonomik kaynaklar özelleştirme adı altında yağmalanınca, devlet kaynakları ile birilerini zengin etme amacı güdülünce, devletin vatandaşını güvence altına alma konusunda ne denli çaresiz konuma düştüğü görülmedi mi bugünlerde? Tüm kamu hizmetlerinin parayla alınıp satılmasının zorluğunu yaşıyoruz şimdilerde. Söz gelimi, aydınlanma ve ısınma hakkımız üzerinden çılgın paralar kazanan elektrik ve doğalgaz şirketlerine hâlâ para kazandırıyoruz bu zor dönemlerimizde. Bu hizmetler kamu hizmeti olarak devlet tarafından karşılansa böyle mi olurdu? Ya sağlığın özelleştirilmesi? İnsanların sağlığı üzerinden para kazanılması size de rezilce gelmiyor mu? İlaç şirketlerinin daha fazla kazanması üzerine kurulmuş bir sistem bu. Yeter ki, ilaç şirketleri ve özel hastanelerin kasası dolsun! Böyle olunca halk sağlığı tehlikeye giriyor tabii. Oysa sağlık hizmetinin tümüyle kamu tarafından ve ücretsiz sunulması mümkün değil mi? Böyle olsa idi, hem ülkemizde hem de dünyada korona virüs tehdidi karşısında bu denli çaresiz konuma düşer miydik?
Özetle özelleştirme, kaynakların bir avuç şirket tarafından ve onların çıkarına kullanılması demektir. Peki, alternatifi yok mudur bunun? Kuşkusuz var. İyi ki de var. Bunu da haftaya değerlendirelim.